Yatırımlarda TINA etkisi altında mı karar veriyoruz?
Zaman zaman hepimiz aynı tuzağa düşebiliyoruz.
“Başka seçenek yok.”
“Şu anda tek mantıklı yatırım bu.”
“Faizler düşükken mecburen hisse almalıyım.”
İşte tam da bu düşünce biçimi, finans dünyasında TINA (There Is No Alternative) olarak biliniyor.
TINA, kelime anlamıyla “alternatif yok” demek. Yani yatırımcılar, mevcut piyasa koşullarında daha iyi bir seçenek olmadığını düşünerek belirli bir varlığa yöneliyor.
Bu bazen borsa oluyor, bazen kripto paralar, bazen de gayrimenkul. Rasyonel bir karar gibi görünse de, bu tutumun altında güçlü psikolojik ve makroekonomik dinamikler yatıyor.
Kavram, ilk olarak 1980’lerde Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher tarafından ekonomik politikalarını savunmak için kullanıldı. Ancak finans dünyasında TINA, özellikle 2008 Küresel Finans Krizi sonrası düşük faiz döneminde yeniden doğdu. O yıllarda tahvil getirileri sıfıra yaklaşmış, mevduatlar reel getiri sağlamaz hâle gelmişti. Bu ortamda yatırımcıların büyük bölümü, getiri arayışında riskli varlıklara (özellikle hisse senetlerine) yöneldi.
Çünkü başka seçenek yoktu. Ya da en azından, öyle hissediliyordu.
TINA etkisi, davranışsal finansın temel kavramlarıyla yakından ilişkilidir. İnsanlar genellikle karar verirken rasyonel olmaktan çok sezgisel (heuristic) davranır. Bu sezgisel süreçler, bilişsel yanılgılara (cognitive biases) zemin hazırlar.
TINA da bu yanılgılardan birkaçını aynı anda tetikler:
Bu durumlarda yatırım kararları, analizden çok duygusal rahatlama ihtiyacına dayanır. TINA, yatırımcının kulağına fısıldar:
“Herkes buraya yöneliyorsa, yanlış olamazsın.”
Oysa davranışsal finans bize şunu hatırlatır: Bir yatırım kararının doğru olması, çoğunluğun aynı yönde hareket etmesiyle garanti altına alınmaz.
2008 krizi sonrasında ABD Merkez Bankası (Fed), Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Japonya Merkez Bankası, niceliksel genişleme (quantitative easing) politikalarıyla faiz oranlarını tarihi düşük seviyelere çekti. Bu dönemde finans dünyasında “TINA markets” kavramı doğdu:
Yani getirinin azaldığı bir dünyada, hisse senetleri “zorunlu alternatif” haline geldi.
Ancak 2022 sonrası tablo değişti. Artan enflasyon, faizlerin yükselmesi ve tahvil piyasalarının yeniden canlanmasıyla birlikte yatırımcılar kendilerine şu soruyu sormaya başladı:
“Gerçekten alternatif yok muydu, yoksa biz mi öyle hissettik?”
Bu sorgulama, TINA düşüncesinin bir piyasa dönemi algısı olduğunu, mutlak bir yatırım ilkesi olmadığını gösteriyor. Ekonomik koşullar değiştikçe, yatırımcı davranışları da yeniden şekilleniyor.
Tahvil faizlerinin ve mevduat getirilerinin yeniden anlamlı seviyelere gelmesiyle, Goldman Sachs gibi devlerin de raporlarında belirttiği üzere TINA yerini TARA'ya (There Are Reasonable Alternatives) bıraktı. Yani artık “alternatif yok” değil; “makul alternatifleri değerlendirmek” var.
Akademik bakış: TINA’nın bilişsel temelleri
Davranışsal finans literatüründe TINA etkisi, özellikle prospect theory (beklenti teorisi) ile ilişkilendirilir. Daniel Kahneman ve Amos Tversky’nin ortaya koyduğu bu teoriye göre, bireyler karar alırken mutlak getiriden çok kayıp riskine odaklanır. TINA dönemlerinde yatırımcılar, alternatiflerin düşük getiri sunması nedeniyle göreli kazanç peşinde koşar. Yani “daha az kaybetmek” bile “iyi yatırım” gibi algılanabilir.
Ayrıca anchoring (çapa etkisi) de burada devreye girer. Yatırımcılar geçmişteki getiri oranlarını referans alır; yeni koşullarda düşük getirileri kabul etmekte zorlanır. Bu da onları, “alternatifi yok” düşüncesiyle eski getiri alışkanlıklarına uygun riskli pozisyonlar almaya iter.
Davranışsal finansın en değerli katkısı, yatırım kararlarının yalnızca ekonomik değil, psikolojik bir süreç olduğunu göstermesidir. TINA etkisinden çıkmak, daha fazla veri okumaktan ziyade, daha fazla farkındalık geliştirmek anlamına gelir.
Bugünün finans dünyasında, çeşitlendirme (diversification), sürdürülebilir yatırım (ESG), yeşil tahviller, reel varlıklar gibi alternatifler artık çok daha erişilebilir. Dolayısıyla “alternatif yok” düşüncesi giderek zayıflıyor. Yatırımcılar artık duygusal reflekslerle değil, bilinçli stratejilerle karar vermeye yöneliyor.
Bu dönüşüm, davranışsal finansın temel amacına da hizmet ediyor:
Yatırımcıyı piyasanın değil, kendi psikolojisinin farkına varmaya teşvik etmek.
Belki de yatırım kararlarımızda asıl soru şudur:
Gerçekten en iyi seçeneği mi bulduk, yoksa sadece alternatif yokmuş gibi mi hissettik?
Finansal kararlarımızın ardındaki bu duygusal katmanları tanımak, bizi yalnızca daha iyi yatırımcılara değil, daha bilinçli bireylere dönüştürür. Çünkü davranışsal finansın özü, “piyasayı anlamaktan” çok kendimizi anlamaktır.
Davranışsal finans, finansal okuryazarlığın yeni kuşağıdır.
Artık yalnızca faiz, enflasyon veya yatırım araçlarını bilmek yetmiyor; nasıl düşündüğümüzü, hangi önyargılarla hareket ettiğimizi ve hangi duyguların bizi yönlendirdiğini anlamak da finansal farkındalığın bir parçası.
Bu farkındalık, bireylerin piyasa dalgalanmaları karşısında daha dayanıklı, uzun vadeli hedeflerine daha sadık ve rasyonel kararlar almaya daha yatkın hale gelmesini sağlar. Kısacası, davranışsal finans bilgisi; sadece yatırım stratejilerini değil, finansal okuryazarlığın derinliğini de artırır.
Bugün, finansal sistemlerin karmaşıklaştığı bir dünyada, gerçek finansal okuryazarlık, bilgiyi değil, davranışı anlamakla başlıyor.
Ve belki de geleceğin en güçlü yatırım aracı, kendi zihnimizi tanımak olacak.
Bu yazı, genel bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır ve yatırım tavsiyesi niteliği taşımamaktadır. Yatırım yapmadan önce kendi araştırmanızı yapmanız ve gerekirse bir finansal danışmandan destek almanız önerilir.